Man Booker Ödülünün
sahibini bulmasına bir haftadan az bir süre kalmışken, finalistler arasında yer
alan Alison Moore’un ilk kitabı, The
Lighthouse (Deniz Feneri), son günlerin en çok konuşulan kitaplarından birisi.
Alison Moore’un oldukça
sıradan bir adamın öyküsünü alarak, olağanüstü bir kitaba dönüştürdüğü bu kısa
ama son derece güçlü hikaye, Futh’un Kuzey Denizi feribotundaki ilk görünümü
ile başlıyor. Orta yaşlı kahramanımız, artık bitme noktasına gelmiş
evliliğinden kaçarak, sırtına çantasını alıp, Almanya’da, bir hafta sürecek bir seyahate
çıkmıştır.
Kitabın daha başında
yalnızlık ve melankoli sizi sarıyor. Sorunlu bir çocuklu geçirmiş, asosyal
olarak tanımlanabilecek ve sempatik sayılabilecek kadar evhamlı bir kişiliğe
sahip olan Futh, çocukluğunda annesi tarafından terk edilmenin üstesinden hiçbir
zaman gelememiştir. Ve şimdi de, asıl evlenme sebebi annesine benzerliği olan,
karısı tarafından terkedilmiştir.
Tatili bile, yapılıp
bitirilecek bir aktivite olarak gören Futh, gezisinin ilk ve son gününde
Hellhaus adında bir pansiyonda kalmayı planlamıştır. Pansiyonu bir karı koca
işletmektedir. Oraya vardığı gece, Ester kendisine oldukça nazik ve misafirperver
davranırken, kocası Futh’un anlam veremediği şekilde düşmanca davranmıştır,
kendisine.
Ertesi gün, yaşananları arkasında
bırakarak Rhein nehri etrafındaki yürüyüşüne ve aynı zamanda hatıraları arasındaki
gezisine başlar. Futh’un hatıraları ile birlikte, okuyucuda zaman içinde, bir
ileri bir geri yolculuğa çıkar. Özellikle
bir hatıra hepsinden canlıdır, Futh’un annesinin, sıkıldığı için kendisini ve
babasını terk ettiği an... Futh’a kalan
sadece denizfeneri şeklindeki bir parfüm şişesidir ve bu şişeyi zaman zaman
kendisini rahatlatması yada gerektiğinde bir uyarı olması için hiç yanından
ayırmaz.
Hellhaus’a kadar
hikayeyi, yakın bir üçüncü tekil şahıs anlatımı ile Futh’un bakış açısıyla
okurken, buradan sonra ara ara serpiştirilmiş bölümler halinde Ester’inde
anlatımı başlıyor. O’nun hatıralarına tanık olarak, iki karakter arasındaki
bağlantıyı keşfetmenizi sağlıyor.
The Guardian
yazarlarından Jenn Ashworth “Leziz bir şekilde sarsıcı... Kaçınılmaz felaketi sürekli
hissetmek ve beklemek dayanılmaz hale geliyor.” dediği bu hikaye yaşattığı
gelgitler, tekrarlar ve birbirine geçen geçmiş ve şimdiki zaman kavramları ile
okuyucuyu adeta korkutuyor ve rüya alemi içinde hissettiriyor.
Moore ne kadar yetenekli
olduğunu, son derece ağır çekim ilerlemesine rağmen yinede sürükleyici,
sayfaları ardı ardına çevirten bir hikaye ile kanıtlıyor. Terkedilmenin acısını
ve hissizleştirmesini içinizde duymanızı sağlıyor.
Basit konusu, zekice
imalarla, şaşırtıcı sembolizm yaklaşımı ile ve karmaşık yapısı ile
güçlendirilmiş, yine de sonu, ne yazık ki, hızla geçiştirilmiş hissi veriyor
gibi biraz. Ama bu şekli ile bile, sizi şokta bırakmaya yetecek.
Bu kitap sizinde ilginizi çektiyse, Amazon'dan satın alabilirsiniz. Yada isterseniz Kobo'dan e-kitap olarak bulabilirsiniz.
0 yorum:
Yorum Gönder