Copyright © Tuğçe'nin Kitaplığı
Design by Dzignine
21 Şubat 2013 Perşembe

Pamuk İpliği - Brenda Jackson | Ön Okuma


c92dc573-3331-4ea5-a191-fff1bc44a1cc-1Bugün, geçtiğimiz hafta BloG-Twins çalışmasında yorumladığımız (yorum için tık tık) Pamuk İpliği kitabından bir bölüm paylaşıyorum sizlerle... Yorumda da belirttiğimiz gibi aşk romanı severlerin kaçırmak istemeyeceği türden bir kitap...

Keyifli okumalar

Birinci Bölüm

“Haydi, söylesene. Düğün telaşı sarmadı mı seni henüz?”

Erica Sanders, ortaokuldan beri yakın arkadaşı olan April’i masanın karşı tarafından süzerken, onun dışında hiç kimsenin kendisine böyle bir soru yöneltmeye cesaret edemeyeceğini düşünüyordu. April North, onu çok iyi tanıyordu. Erica’nın duyduğu endişe ve stresin, nişan partisinden birkaç hafta önce, çiftin ailelerinin resmen tanışacağı partide artmaya başlayacağını tahmin edebilirdi. Erica, bu karşılaşmayı dört gözle beklemiyordu doğrusu, tabii annesinin tavrı yüz seksen derece dönmediği takdirde.

“Evet, biraz stresliyim,” diye kabul etti. “Aklımı zar zor toparlıyorum. Ancak, bu her gelinin başına gelir, öyle değil mi?” Eğer duygularını biri ile paylaşması gerekiyorsa, bu kişinin kesinlikle April olması gerektiğini düşündü Erica.

Her şeyden önce, en iyi arkadaşı, evlilik yolundan şimdiden üç kez geçmişti.

“Tabii, biraz stres her gelinde olur. Ama senin durumunda…” April bazı kelimeleri dile getirmedi.
Erica’nın annesi, onu deli ediyordu.

Karen Sanders, önce Brian Lawson’ın kızıyla evlenecek kadar iyi olmadığından şikâyet edip durdu, sonra ise, Erica’nın düğününün yılın olayı olmasını istediği için organizatörlere dünyayı dar etti.

Düğün, Ohio’daki ilk özgür siyahların şehirlerinden biri olarak tarih kitaplarında adı geçen, yedi bin nüfuslu Hattersville’in kurucularından birinin büyük büyük torununa yaraşır olmalıydı. Erica, Wisconsin’deki üniversite yılları hariç, yirmi yedi yıllık yaşamının tümünü Hattersville’de geçirmişti. Başka bir şehirde geçirdiği dört yıl içinde, doğduğu yerdeki insanların ne kadar dar görüşlü ve züppe olduklarını anlamış ve birçok konuda gözü açılmıştı. Tüm insanlar ayrıcalıklı değildi. Arkadaşı April, bulundukları yerin öteki tarafında Beşinci Bölge olarak adlandırılan yerde doğmuştu ve bu durum her fırsatta Erica’ya annesi tarafından hatırlatılmıştı. Erica’ya göre, ne tarafta doğduğunun pek bir önemi yoktu ve April ile olan yakın arkadaşlığının hayatında her zaman ayrı bir yeri vardı. Bunun yanında, oldum olası çok güzel kız olan April, hayata sıfırdan başlayıp zengin olmuştu ve şimdi dünyaca ünlü bir modeldi. Bu durum, ne kadar alçak bir noktadan başlarsa başlasın, ortaya yüreğini ve aklını koyan herkesin başarılı olabileceğinin kanıtıydı.

Şehrin baskıcı ortamından uzaklaşmaya Erica’dan çok ihtiyacı olan April, Los Angeles Üniversitesi’ne başlamak için batıya gitmiş ve orada birinci ve ikinci eşleriyle tanışmıştı. Bir yıl önce boşandığı üç numaralı kocasıyla ise, Büyük Britanya’da tanışmıştı.

“Sen de benim kadar biliyorsun,” diye devam etti April, salatasını yerken. “Bayan Karen’in hayalindeki evlilik, senin Griffin ile yapacağın evlilikti.”

Erica, bunun doğru olduğunu biliyordu. Griffin Hayes’in ailesi, aynı kendi ailesi gibi, Hattersville’in zenginlerindendi.

Doğal olarak bazı kişiler, özellikle de annesi, kızı ile Griffin’in büyüyüp evleneceklerini umuyorlardı. Bazıları vardı ki, yine isim vermek gerekirse annesi, bu evliliğin hem çıkarlar açısından doğru bir seçim olacağını hem de bu iki aile arasına giren lanetin, aralarında yapılacak bir evlilik ile son bulacağını düşünüyorlardı.

Maalesef, kimse, onun ve Griffin’in kalbine haber verme zahmetinde bulunmadı. Onlar ise bir türlü o duyguyu hissetmiyordu. Büyüme çağlarında aileleri onları o kadar çok bir araya getirmişti ki, sonsuz bir evlilik bağı ile adanmış bir çift olmak yerine, birbirlerini kardeş olarak görmeye başlamışlardı. Lisedeyken birlikte olmayı denemişler fakat aralarında bir elektriklenme olmamıştı. Griffin de, Erica da bunun farkındaydı. Aralarında arkadaşlıktan başka bir şey olamayacağına dair karar verdiler.

531746_507244422647635_25950951_n

“Annem artık Bayan Griffin Hayes olmayacak olmam fikrine alıştı,” dedi Erica. “Kesinlikle aradığımı buldum. İnan bana. Brian, istediğim ve ihtiyacım olan tek adam.” Herkesten şüphelenirdi, hatta April’dan bile, ama söylediklerinden kesinkes emindi.
“Bu hafta geliyor mu?”

Erica’nın dudaklarını kocaman bir gülümseme kapladı ve şans getirmesi için parmaklarını çaprazladı. “Umalım da öyle olsun. Firma için iki avukat daha tuttular ama hâlâ bir ton dosya yükü var.” Dallas’taki saygın bir hukuk bürosunda avukat olan Erica ve Brian, geçen yaz Myrtle Sahili’nde tatil yaparken tanışmışlardı. Bir sabah, Brian iskeleye balık tutmak için çıkmıştı ve Erica da o sırada sahilde koşuyordu. İkisi konuşmaya başlamış ve ardından Brian ertesi gün için onu kahvaltıya çağırmıştı. Birkaç hafta içinde sevgili olmuşlardı.

Yaz bittiğinde, tüm klişeleri altüst etmiş ve ilişkilerini devam ettirme kararı almışlardı. Aşkları, uzun soluklu olmaya doğru yelken açmış, yeni yıl tatilinden hemen sonra, Brian ona evlenme teklifi etmişti. Erica bu teklifi kabul etti ve şimdi, ağustos ayında yapılacak olan düğünün ardından Teksas’a yerleşmeyi dört gözle bekliyordu.

Annesi, tek çocuğunun, Hayes’in dışında biriyle evlenip şehir dışına taşınması fikri üzerine bayağı gürültü koparmıştı. Şimdi bile, aylar sonra, Karen Sanders’ın bu konuda sorunlar yaratmaya uğraşması kaçınılmazdı.

“Peki, baban nasıl direniyor?” diye sordu April, Erica’nın düşüncelerini bölerek. “Annen, seni reddetmesi için onu ikna edebildi mi?”

Erica, babasını düşündüğünde, açık ela gözlerinde sevgi ve anlayış belirdi. Babası ona tam destek veriyordu. Yine de annesini kızdırmamak için bunu sakin bir şekilde yapıyordu. Erica’nın yaptığı şeye hayranlık duyduğunu belli edecek ufak şeyler yapıyor ya da söylüyordu. Kendisinin yapamadığını Erica yaptığı için, bir mirası koruyabilmek değil de aşkı uğruna evlenmeyi seçtiği için, onu takdir ediyordu. 
Anne ve babasının evliliğinin önceden planlanmış olduğu sır değildi.

“Bunun olmayacağını sen de benim kadar biliyorsun,” diye yanıtladı. O ve babası birbirine çok yakındı ve bu her zaman böyle kalacaktı.

Erica ve April park ettikleri arabalarının yanına doğru yürüdüler ve April, büyükannesini ziyaret etmek için geldiği şehirden ayrılmadan önce birkaç kez daha görüşmek için sözleştiler. Mart’ın ilk haftasıydı. Ohio’nun soğuğu iyiden iyiye hissediliyordu ve Erica’nın korunmak için omuzlarını şalıyla sıkıca sarmıştı. Giorgio özel koleksiyonundan olan şalı, geçen sene April’ın ona verdiği doğum günü hediyesiydi.

Yukarıya baktığında Erica, parlak ışıklarla ve bakımlı çimlerle kaplı şehir merkezini gördü. Beşinci Bölge parkları berbat görünüyordu ve bakıma ihtiyaçları vardı ancak buradaki şehrin kurucularına ait heykeller iyi durumdaydı. ‘İyi’ vatandaşların ayrıcalığını düşününce, neredeyse midesi kalkmıştı.

Saatine göz attı. Henüz sekiz bile olmamasına rağmen dükkânlar çoktan kapanmış, şehir, hayalet bir şehre dönüşmüştü. Bir zamanlar ekonomik olarak büyük sıkıntılar yaşamış olan şehir, birkaç hali vakti yerinde aile yerleşip, küçük ve can çekişmekte olan işyerlerini satın alınca düze çıkmıştı. Ne var ki bu durum, zenginlerin daha da zenginleşmesine ve şehrin tüm iplerini ele geçirmelerine yol açmıştı.

Erica’nın şehrin tarihi kütüphanesindeki başkütüphanecilik ve muhasebecilik işi bile, ailesi tarafından, özelikle de annesi tarafından, Hattersville tarihinin iyi bir şekilde koruna-bilmesini sağlamak amacıyla ayarlanan ve oldukça rahat bir pozisyonun ötesine geçemeyen bir iş olanağıydı. Erica’ya, eğer ataları -Kanada’dan gelen özgür siyahlar- olan şehir kurucuları olmasaydı, bu şehrin de var olamayacağı sürekli olarak hatırlatılmaktaydı.

Nesiller boyu, Hattersville’deki iki grup arasında belirgin bir çizgi var olmuştu: zenginler ve yoksullar. Varlıklı Hayes, Delbert, Sanders, Carter, Heard, Baker, Cobb ve Stonewell aileleri şehre çalışmaya gelen binlerce kişinin işvereni ve en büyük üretim şirketlerinin sahipleriydiler.

April ile sarılarak vedalaşan Erica, birkaç yıl önce babasının doğum günü hediyesi olarak kendisine vermiş olduğu, kiraz renkli, iki kapılı Mercedes’ine bindi. Emniyet kemerini henüz geçirmiş ve tam kontağı çevirmek üzereyken, cep telefonu çalmaya başladı. Arayanın Brian olduğunu görünce yüzü güldü. 

Cevaplamak için vakit kaybetmedi. “Selam.”

“Selam, tatlım. Neredesin?”

“Ryder’ın Et Lokantası’ndan çıkmak üzereyim. April şehirdeydi, birlikte akşam yemeği yedik.” Bir an duraksadı ve, “Hafta sonu için kaçabilecek misin?” diye sordu.

Brian’ın telefonun diğer ucunda güldüğünü duydu ve bunun ne kadar çekici olduğunu düşündü. Onu ilk gördüğü anı anımsadı. Altında yırtık bir kot, üst kısmı çıplak bir haldeydi. Elinde bir olta, balık tutuyordu. Ona çapkın bir şekilde gülmüştü ve Erica o an erimişti. O gülücüğü vücudunun her bir gözeneğinde ve hücresinde hissetmişti. O gülüş, onu sıcak ve yanan bir kütleye dönüştürdü ve bütün arzularının, olabileceği en gerçek haliyle karşısında durduğunu o gün keşfetti.

“Evet, sanırım kaçabileceğim,” dedi, Erica’yı daldığı düşüncelerden uyandırarak. “Bu arada, evinde seni bekleyen bir şey var.”

Hemen gülümsedi. Ona, “seni düşünüyorum” hediyeleri gönderiyordu postayla.

Bu kez ne yolladığını merak etti. Geçen hafta, geceleri bir ninni gibi onu uyutsun diye, Barry White’ın duygulu sesiyle söylediği “Rock-a-bye Baby” şarkısını bir CD’ye kaydedip yollamıştı.

“Nedir?” diye sordu.

Cevap vermeden önce, bir kez daha o çekici gülüşü yükseldi, “Ben. Artık öğrendiğine göre, çok hızlı sürmene gerek yok.”

Dudaklarından bir iç çekişi yükselen Erica, nasıl yavaş gidebileceğini düşündü. Birbirlerini görmeyeli üç haftadan fazla olmuştu ve derin bir özlem ile dolup taşıyordu. Onu gördüğünde içini büyük bir mutluluğun kaplayacağını çok iyi biliyordu. Nasıl bekleyeceğini düşündükçe, içi duygusal kıpırdanmalarla dans etmişti.

“Ben gelene kadar rahatına bak,” dedi ona.
“Çoktan baktım ve sabırsızlıkla seni bekliyorum, bebeğim.”
O da sevgilisini görmek için sabırsızlanıyordu. “Yoldayım.”

Brian ateşli bir karşılık daha vermeden, ki bir kez daha yaparsa bu muhtemelen onu çıldırtacaktı, telefonu kapattı ve park yerinden ayrılmak üzere motoru çalıştırdı. Brian şehirde olduğuna göre tüm hafta sonu planları değişecekti. Elbette herkes bunu anlayışla karşılardı.

Tabii, annesi hariç herkes.

Brian Lawson, cep telefonunu gerektiğinden fazla bir süre elinde tuttuktan sonra masanın üzerine koydu. İçi pırpır ediyordu. Erica’nın sesini telefonda her duyduğunda aynı şey oluyordu.

Eğer birileri ona, bir kadına bu şekilde âşık olacağını söylemiş olsaydı, onlara asla inanmazdı. Erica’yı o gün sahilde gördüğü anda âşık olduğuna ikna olmuştu ve onun çıktığı diğer kızlardan çok daha farklı olduğunu bir şekilde anlamıştı.

O zamana kadar, yalnız olmaktan memnun olan bir adam olmuştu. Kısa süreli planlar yapmaktan ve kafasına göre biri-leriyle çıkmaktan hoşlanırdı. Fakat o yaz, Erica ile zaman geçirdikten sonra, onun sonsuza kadar beraber olmak isteyeceği türden bir kız olduğunu anlamıştı. Bu düşünce, sandığı gibi onu korkutmamıştı. Hatta onu daha çok tanıdıkça, ebediyen onun yanında olacak kişinin kendisi olmasını daha da çok istemişti.

Derin bir nefes aldı. Birasından bir yudum daha içti ve müstakbel karısının mutfağına göz gezdirdi. Büyük, ferah bir mutfaktı ve yemek yapmaktan çok hoşlandığı için tam Erica’ya göreydi. Kendisi de öyleydi. İlk fark ettikleri ortak noktalarından biri de buydu.

Duvarlar soluk bir sarı renge boyanmıştı. Mutfak aletlerin hepsi beyazdı ve bu odayı olduğundan geniş gösteriyordu. Onun Dallas’taki paslanmaz çelikle kaplı mutfağı her ne kadar daha modern gözükse de, Erica’nınki ile kıyaslandığında daha az sterildi. Duvarda asılı büyük tabloda, güneşli bir Güney Carolina gününde resmedilmiş Myrtle Sahili gözüküyordu. Sisli Ohio kışlarında, yemek masasında otururken bu resme bakmak çok hoş olmalıydı. Daha da güzeli, tam olarak o yaz tanıştıkları yere ait bir çizim olmasıydı: İskelenin hemen yanı. Brian, bu tabloyu Teksas’taki bir galeride görür görmez, onu Erica için satın alma şansını kaçıramayacağını düşünmüştü. Aslında her ikisi için…

Erica’nın eve gelmesini beklemek için masaya oturdu. Eğer doğru hatırlıyorsa, şehrin öbür tarafındaki Ryder yirmi dakika uzaklıktaydı ve Erica’yı yavaş gelmesi konusunda uyarmış olmasına rağmen, çabuk geleceğini biliyordu. Bu on dakikaya kadar eve varacağı anlamına geliyordu.

Tekrar mutfağa göz attı. Oturduğu yerden, yemek odası ile oturma odasını rahat bir şekilde görebiliyordu. Dallas’taki dairesi bu kadar büyük değildi. Mükemmel bir bekâr eviydi, ancak, evlendikten sonra, daha büyük ve ofise yakın bir eve taşınmak üzere karar almışlardı.

Erica’nın evini de kapatmayacaklardı, böylelikle, ailelerini ziyaret etmek için Hattersville’e geldiklerinde kalacakları bir yer olacaktı. Aslında, ailelerinin bir malikâne olarak kabul edilebilecek devasa büyüklükteki evlerinde birçok konuk odası bulunmaktaydı. Ancak Brian, kendisinin, Karen Sanders’ın çatısı altında bir gece bile geçirmeye tahammülü olamayacağını sezen Erica’yı takdir ediyordu. Onun, Karen’ın seçtiği damat olmadığı büyük bir sır değildi.

Erica’nın annesi kesinlikle Brian’ın annesinden çok farklıydı. Rita Lawson, bu dünyadaki en tatlı ve makul kadınlardan biriydi. Brian on beşindeyken, babasının anevrizmadan ölmesinin ardından, onu tek başına yetiştirmişti. Onu üniversiteye ve hukuk fakültesine göndermek o kadar kolay olmamıştı; ancak bunu yapmış olmaktan hiç şikâyetçi değildi. Brian da bu durumun kıymetini fazlasıyla bilmişti. Şimdi ise, her zaman yapmak istediği bir şeyi başardığı için annesiyle gurur duyuyordu. Her zaman dış dünyaya âşık olan annesi, büyük bir şirket için peyzaj mimarlığı yapmaya başlamıştı. İşi çok fazla seyahat etmesini gerektiriyordu ki, bu onun her zaman hayalini kurduğu şeydi. Daha geçen hafta Beijing’den dönmüştü. Çin’e ilk gidişiydi ve Brian, orada yaşadıklarını anlatırken ne kadar heyecanlandığını aklından çıkaramıyordu.

Aylar önce Erica’yla resmen tanışmış ve müstakbel gelinine ilk anda bayılmıştı. Erica’nın annesinin de kendisini kabul etmesini dileyerek, birasından bir yudum daha aldı.

Kafasını bulandıracak düşüncelere izin vermemeye çalışsa da, bu konu, arada sırada aklına geliyordu. Anne babaların çocukları için eş seçtiği zamanların artık sona erdiğini bilmiyor muydu bu kadın? Erica kendi hayatını yaşıyordu. Nasıl ve kimle yaşayacağına karar verebilecek olgunluktaydı.

Brian, bir araba kapısının kapanma sesini işitti ve Erica’nın geldiğini anladı. Ayağa kalktı ve içini bir endişe sardı. Endişe ve aşk.

Arka kapıdan gelen bir anahtar şıngırtısı duydu. Birkaç saniye sonra hayatının geri kalanında birlikte olmayı, birlikte çocuk yapmayı, ismini paylaşmayı ve sonsuza kadar yanında kalmayı seçtiği kadını karşısında görecekti.

Onu yakalayan tüm duyguları anlamaya çalışırken kapı açılmış, Brian, o an derin bir nefes almıştı. Bakışları anında birbirini yakaladı ve onun dudaklarına yansıyan gülüşü, her bir noktasını felç etmiş gibiydi.

062612-health-hiv-day-black-couple-holding-hands-marriageSaçlarını açık bırakmıştı ve bu gece, saçları omuzlarına birer su dalgası gibi düşmüştü. Koyu olan saç tellerinden kimisi, mutfağın parlak ışıkları altında daha açık görünüyordu. Bakışları, Erica’nın yüzünde dolandı. Onu büyüleyen ilk şey gözleri olmuştu. Ela renkli, kedi gözleri vardı ve o kadar büyüleyiciydi ki, o gözlere bakan bir adam tüm duygularını kaybedebilirdi. İlk gördüğünde Brian’ın hissettiği de tam olarak buydu. Dikkatini çeken diğer özelliği ise dudaklarıydı. Sanki özel olarak Brian için yapılmış, mükemmel bir şekilli dudakları… Bir keresinde Brian’a, onu öpmeden önce hakikaten kimseyle öpüşmemiş olduğunu anladığını söylemişti.

Gördüğü her noktaya, özellikle de vücudunu oluşturan kıvrımlara bir kez daha hayran kalarak, ayak ucundan başına kadar onu süzdü. Daha önce çıkmış olduğu kadınlar kadar uzun boylu değildi ama onun 1.63′lük boyunun kendi 1.90′lık boyunu mükemmel bir şekilde tamamladığını düşünüyordu. Evet, Erica tamamen güzel bir kadındı ve şehvetli rüyalarını süsleyen varlığın ta kendisiydi. Göğsü sıkıştı. Kesinlikle muhteşemdi, ona baktığında tam olarak düşünemiyordu. Ateşli, ilkel bir ihtiyaç benliğini titretiyordu. Erica, kapıyı kapatıp, sandalet giymiş ayakları ile ona doğru adım atarken, Brian da ona doğru ilerlemeye başlamıştı bile.

Ona sımsıkı sarıldığı anda, dudaklarını onun dudaklarına hapsetmeden birkaç saniye öncesinde, derinden gelen bir sesle bir şeyler mırıldandı, “Evine hoş geldin, tatlım.” Erica’nın, her şeyi yapmaya hakkı varmışçasına, vücudunu onun vücuduna iyice yapıştırarak öpücüğüne karşılık verişini hissetti.
Ve Erica tüm haklarını kullandı.

0 yorum:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...